Geçmişin renkli bir sayfasıdır bu tulumbacılık ve
tulumbacılar… Tarihçesi ile ilgili detayları her yerde bulmak mümkün. Açın
interneti, yazın “tulumbacılar” sözcüğünü, sayfalar dolusu yazı dökülüversin
önünüze… Gerçi çoğu kopyala-yapıştır kolaycılığı ile ve hiç zahmet edilmeksizin
yapılmış (!) çalışmalar ama olsun; hiç yoktan iyidir.
Benim burada söylemek istediklerim, rahmetli babamın kendi
dönemine dair anlattıkları ile benim de çok iyi tanıdığım bir eski tulumbacı
baba dostunun anlattıklarından hatırlayabildiklerim olacaktır.
Öncelikle eski İstanbul yangınlarını hatırlamalıyız.
Rüzgârın lodos ya da poyraz oluşuna göre değişen, Marmara Denizi sahilinden,
meselâ Yenikapı’dan başlayıp Haliç’e kadar giden, ya da tersi yönde silip
süpüren ve günlerce süren o yangınları önleme şansı zaten yoktu.
Merak ettiğim bir konu olagelmiştir hep; Türkler, Orta
Asya’dan bu yana kamu binalarını anıtsal bir tarzda, devasa ölçülerde ve taş
ağırlıklı yaptıkları halde, meskenlerini neden ahşap ve neredeyse derme çatma denebilecek
sadelikte yapmışlardır?..
Konu sadece İstanbul olsa, depreme karşı tedbir deyip
geçelim; ama durum ekseninden sapmak üzere. Evet, geçelim!.. Başka bir zamanda
ve farklı bir zeminde düşünmeye değer bir konu bu…
Yakın tarihimizde yaşanan büyük İstanbul yangınlarından
kalan izleri yakın zamana kadar görebilmekteydik. Söz gelimi büyük Aksaray
yangınından kalan yangın yerleri, Kemal Tahir’in Kurtuluş Savaşı dönemini
anlatan ve “Esir Şehrin İnsanları” ile başlayıp “Bir Mülkiyet Kalesi” ile sona
eren bir dizi romanında, bazı olaylara mekân olmuştur.
Ayrıca anneannemin, yaşadığı Sultanahmet yangınında oluşan
ateş korkusunu ömrünün sonuna kadar yaşadığını hatırlarım.
Bu kadar uzun bir girişten sonra gelelim tulumbacılara…
Kuruluştan başlayarak Yeniçeri ve Asakir-i Mansure-i Muhammediyye
dönemlerinde askerî nitelik taşıdıktan sonra Şehreminliğine (belediyeye)
devredilen yangınla savaş görevi, resmî kuruluşların doğal yetersizliği üzerine
ek olarak mahalle gönüllülerince üstlenilmiştir. Yukarıda anlattığımız
nedenlerle başa çıkılması mümkün olmayan yangın söndürme olayı, zaman içinde
amaç değiştirerek “yangından mal kaçırmak” deyimini yaratmış ve bu işleve
hizmet etmiştir ve pek doğaldır ki, işin içine maddî çıkar girmiş, mahalle
yangınında varlıklıların evlerine öncelik verme alışkanlığına dönüşmüştür.
Her mahallenin bir tulumbacı takımı varmış ve bunlar,
birbirleriyle sürekli bir rekabet, hatta daha fazlası, bir çekişme içinde
didişir giderlermiş. Tulumba takımının üyeleri genellikle mahallenin
bitirimleri, bıçkınları olmakla beraber, efendi, bey, hatta beyefendi kısmından
da hevesli üyeleri varmış. Bu kesim, sabah evden çıkıp işlerine ya da resmî
görevlerine giderken giydikleri günlük kıyafetlerinin içine tulumbacı donunu ve
fanilasını giyerler, yangın ihbarını duyar duymaz, günlük giyimlerini ve
ayakkabılarını çıkartarak yalın ayak birer tulumbacı tayfası oluverirlermiş.
Rahmetli babamdan dinlediğime göre, yangın alarmında bu şekilde soyunup sokağa
fırlayanlar arasında Babıali kaleminde çalışanlar bile varmış!.. Sandığın asıl
üyeleri, mahalle kahvesinde oturup bekler, içlerinden bekâr olanlar, geceyi de
burada geçirirlermiş.
Yangın alarmının verilme şekli de farklı imiş. Mahalle
bekçileri, bağırarak yangın mahallini belirtirler, Galata ve Bayezid Kuleleri
de belirli anlamlar taşıyan fener ya da bayraklar ile haberi yayarlarmış.
Önce mahallenin yerli tayfasının harekete geçirdiği sandık,
yolda aldığı katılımlarla tabana kuvvet yangın yerine koşarken, önde “Köşklü”
denen üye, bir elinde fener, diğer elinde bir değnekle yere vura vura yol açar,
bu arada halktan bir meraklı yanılır da “yangın nerede?” sorusunu sormak
hatasına düşerse, alacağı cevap zavallı meraklının evdeki validesine kadar
uzanırmış. Bu sorunun sorma raconu, “Uğurlar olsun?” imiş; o zaman yangın mahalli
söylenirmiş. Köşklünün ardından başta sandık reisi, ardı sıra sandıkçılar,
hortumcular, yedekçiler gibi farklı görevleri olan üyeler gelirmiş.
Babamın tanıdığı bir eski tulumbacı vardı hatırladığım. Ahmet Amca… Adlı adınca, “Zıpır Ahmet”!.. Aslen Eyüplü, kapılardan sığmaz, durduğu yerde durmaz bir “adem ejderhası” idi… Yazın gabardin kumaştan çift sıra düğmeli yeleğin altına giydiği beyaz gömleğin kolları yarıya kadar sıvanmış; kışın siyah aba kumaştan göğsü boyuna kadar örtülü ama yine çift sıra düğmeli kolsuz rüzgâr yeleği ile; yazın ceket, kışın gocuk (ikisi de siyah) kolları giyilmeden omuzlara atılmış, ki ihtiyaç vukuunda (!) bir kol çırpma ile kolayca atılabilsin; buydu giyimi!.. Unuttum: Beline sarılıp püskülü kalça üstüne sarkıtılan Trablus kuşağı, giyimini tamamlardı.
Babamın kışkırtması ile önce nazlanarak, hatta biraz
utanarak başladığı tulumbacılık anılarına, giderek artan bir heyecan ile devam
ederken, kimi sırları da açığa vurması kaçınılmaz olurdu.
Eyüp sandığında koşmuş!.. Görevini hatırlamıyorum ama kimi sırlarını unutmadım. Tabana kuvvet sandık uçururlarken, arkadan bir başka sandık peşlerine düşerse, zaman kaybettirmek için yola raptiye ve bükülmüş çivi atmaları normalmiş. Yan yana düşmeleri durumunda ise, sandıkçıların dışındaki ekip üyeleri arasında kıyasıya kavga kaçınılmazmış; ama bu kavga onları durdurmaz, hem koşar, hem dövüşürlermiş…
Günde birden fazla yangın olduğu günler bayağı
zorlanırlarmış; ama sandık da şanını bu tip zor günlerden kazanırmış. Zıpır
Ahmet amcamın bir defasında, Eyüp’ten Sarıyer’e koştuklarını, tam dönerken
gelen haberle Bakırköyü’ne devam ettiklerini keyifle anlattığını bu gün gibi
hatırlarım.
Her sandığın kendine has bir naralanması varmış. “Naralanma” demem, bu günkü spor kulüplerinin sloganlarının benzeri!.. Hepsininki de keskin bir; “HEEEEYYYYYYTTTTTT!” ile başlar, farklı sözlerle sürüp gider, “VAR MI BİZE YAN BAKAN?” nidası ile bitermiş.
Ancak, bir de günlük hayatımıza girmiş, fasıllarda sıkça
tekrarlanan bir İstanbul türküsü vardır. Uşşak makamında ve aksak usuldeki bu
türkünün sözlerini de hatırlatmakta yarar var:
Yangın olur, biz yangına gideriz,
Düz ovada, keklik gibi sekeriz,
Yokuşlarda şahin gibi uçarız.
Sandık sandıklar içinde çok şanımız var,
Hazret-i Mevlâ’ya yalvarmamız var.
Beyoğlundan kalktık, sandık selâmet;
Galata’ya vardık, koptu kıyamet.
Hurşit Reis, sandık sana emanet.
Sandık sandıklar içinde fermanımız var,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder