Sayfalar

3 Şubat 2015 Salı

Ayazma ve panayırlar

Göksu Deresi ve ahşap köprüsü
Gavsi Bayraktar

Herhalde 1949 yılıydı, rahmetli babam doktorumuzun tavsiyesiyle bizi “sayfiye”ye götürdü. Kelime Arapça “sayf”dan türetilmiş ve tam karşılığı “yazlık” oluyor.

Anadolu yakasında, Küçüksu’nun arka tarafında çok sevimli bir muhacir köyü. Tam ortasından Göksu Deresi geçiyor.

Göksu Deresi’nin üzerinde bulunan (şimdi bulamazsınız, boşuna aramayın) ahşap köprünün üzerinde durup da yüzünüzü suyun geldiği yere dönerseniz, sağ taraf yerleşim bölgesi, sol taraf ise yeşil bir çayır, rüzgâr altında deniz gibi dalgalanırken yeşilin her çeşidini giyinip çıkaran ve arkadaki sarp tepelerin eteklerine kadar uzanan engin bir buğday tarlası görürdünüz. O güzelim buğdayları son defa hasat ettikden sonra yerine “alış veriş merkezleri” ektiler.

O ahşap köprüden inmeden önce bir de ters yöne dönün. Hemen dere kenarında bir çömlekçi atölyesi görürdünüz. Çömlekçi Hasan, hayatın bu tarafında ne kadar ayak diremiştir bilemem; ama sonraları bir yıldızı parlamış, bir marka olmuş ki demeyin gitsin. İşte onun ardı sıra, sağınızda Halat fabrikasını, arkasındaki tepeye (Otağ Tepe) yaslanmış, ayaklarını dereye uzatmış bir sakin mezarlığı görecekdiniz.

Halat fabrikası ve tam karşı yakasındaki kontraplak fabrikası ile beraber bu ikisi, bu köyün istihdam kaynakları idi.

Son olarak bir de solunuza bakın. Köyün sevimli camii, sırtını tarihî baruthaneye yaslamış, sizi beklemektedir. Şimdi üzeri kapatılıp son cemaat mahalline katılmış olan eski avlusu, döneminin köy merkezi idi. Tarlaya gitmeden, ezanı beklerken, namaz sonrası ya da fabrika dönüşü buradaki derin gölgeli alana sıçramış olan karşıdaki köy kahvesinin uzantısında, basit tahta masa ve sandalyeler buluşma yeriydi.

Öğle yemeği için eve gitmek gerekmezdi. Camiin tam karşısında, yukarıdaki üç sınıflı ilkokulun yüksekteki bahçesinin altındaki birkaç dükkândan biri çorbacı idi. Sürekli ve tek yemeği, çorba derecesinde sulu pişirilip derin bakır kaselerle sunulan “kuru fasulya çorbası” idi. Tadı bugün bile damağımdadır.

Bu sevimli köy ile ilgili anlatmam gereken çok şey var ama bu gün bu yazıya başlamakdan murad, “ayazma panayırı” kavramını anlatmakdı.

“Ayazma”, memleketin çeşitli yerlerinde kendi başına akıp duran kimi çeşmelere Hristiyan halk tarafından verilen addır. Müslüman ahali içinde bunun adı “ziyaret” olur. Ansiklopedilerde belki başka tanımı vardır. Bakmadım. Müslümanlar arasındaki farklı mezheplerde bakış açısı nedir, onu da bilmem. Hristiyanlarda benim gördüğüm panayırlar hep Ortodoks Rumlar tarafından tertiplenirdi. Gregoryen ya da Katolik Ermenilerde, Musevilerde görmedim. Varsa da bilmiyorum. (Burada bilimsel yazı değil, sadece geçmiş günlerimize dair hatırladıklarımızı yazdığımıza göre bence önemi de yok.)

Gördüklerim, çoklukla bir tepe yamacına yaslanmış tek katlı basık ve penceresiz küçük bir kulübenin içinde bir veya birkaç borudan akan sudan ibaret idi. Boruların ağzında musluk hatırlamıyorum. Biteviye akan sular, hepsi bu!..

Kimi içme tadında, kimi kekremsi; akar, akar, akar…

Her ayazma panayırının belirlenmiş günleri vardı; her yıl aynı zamanda ve bir hafta süren bir ritüeli vardı her birinin.

Bizim Göksu ya da Yenimahalle (tam adını hatırlayamıyorum) panayırı, Ağustos veya Eylül ayında (Sanırım Eylül), bir pazardan sonraki pazara kadar süren bir –adeta- şenlik idi.

O zaman şimdiki gibi araba bolluğu nerede?.. Çoğunluk Küçüksu İskelesi’ne kadar vapurla, İskeleden buraya da faytonlarla gelirdi. Baruthane Çayırı’nda ve Dört Kardeşler mevkiindeki kır bahçeleri, masa sandalyelerini buraya getirip gündelikle kiraya verirlerdi gelenlere…

Çantalardan, zembillerden pırıl pırıl kolalı masa örtüleri çıkarılıp masa üstüne yayılırdı. Masası örtüsüze hiç rastlamadım. Mezeler, dolmalar, söğüşler çeşit çeşit masaya yayılır. Masaların baş köşeleri mutlaka “Barba”larındı. Bembeyaz saçları, özenle kesilip kıvrılmış beyaz pala bıyıklı, kimi pırasa gibi pos bıyıklı, siyah pantolon ve beyaz gömlekli dedelerdi bunlar. Eski kulağı kesikler yani!..

Laterna
Her ailenin kendi masasında başladığı eğlence, gün ilerledikçe gruplaşmalarla değişir; dedeler, babalar ve palikaryalar (delikanlılar) ayrı masalarda akranlarıyla toplaşıp her masanın başında ayrı bir “laterna” nabza göre şerbet verirdi. Beyler için pek tabii olan rakı, madamlara yakışmazdı o dönemde!.. Arada bir beyinin kendi kadehinden ve eliyle ikram ettiği kaçamak yudumlar hariç; önlerinde görünen içki şarap olurdu.

Madamlar beylerine hizmet verip arada kendileri de azıcık parlattıkları için, kızlara gün doğardı. Bizlere de tabii!..

Masaların görebileceği bir mesafede gramofonlarda çalan tangolar eşliğinde dans ederdik.

Akşam yaklaşıp gölgeler uzayınca, toplanma telaşı başlar, çakır keyif olan dedelerin naramsı sesleri faytonlara binip giderdi.

Panayır alanını son terk edenler, ikram edilen kadehlerden midir yoksa sırtlandıkları laternanın ağırlığından mı bilinmez, sallanarak giden laternacılar olurdu.

Artık ne panayır kaldı, ne o pırasa bıyıklı Rum barbaları coşturan laternalar…



(Bu yazı ilk kez “İSTANBUL’DA ZAMAN” isimli facebook grubunda yayımlanmıştır.)

Hiç yorum yok: