Anadolu yakasında, Küçüksu’nun arka tarafında çok sevimli bir
muhacir köyü. Tam ortasından Göksu Deresi geçiyor.
Göksu Deresi’nin üzerinde bulunan (şimdi bulamazsınız,
boşuna aramayın) ahşap köprünün üzerinde durup da yüzünüzü suyun geldiği yere
dönerseniz, sağ taraf yerleşim bölgesi, sol taraf ise yeşil bir çayır, rüzgâr
altında deniz gibi dalgalanırken yeşilin her çeşidini giyinip çıkaran ve
arkadaki sarp tepelerin eteklerine kadar uzanan engin bir buğday tarlası
görürdünüz. O güzelim buğdayları son defa hasat ettikden sonra yerine “alış
veriş merkezleri” ektiler.
O ahşap köprüden inmeden önce bir de ters yöne dönün. Hemen
dere kenarında bir çömlekçi atölyesi görürdünüz. Çömlekçi Hasan, hayatın bu
tarafında ne kadar ayak diremiştir bilemem; ama sonraları bir yıldızı parlamış,
bir marka olmuş ki demeyin gitsin. İşte onun ardı sıra, sağınızda Halat fabrikasını,
arkasındaki tepeye (Otağ Tepe) yaslanmış, ayaklarını dereye uzatmış bir sakin
mezarlığı görecekdiniz.
Halat fabrikası ve tam karşı yakasındaki kontraplak fabrikası
ile beraber bu ikisi, bu köyün istihdam kaynakları idi.
Son olarak bir de solunuza bakın. Köyün sevimli camii,
sırtını tarihî baruthaneye yaslamış, sizi beklemektedir. Şimdi üzeri kapatılıp
son cemaat mahalline katılmış olan eski avlusu, döneminin köy merkezi idi.
Tarlaya gitmeden, ezanı beklerken, namaz sonrası ya da fabrika dönüşü buradaki
derin gölgeli alana sıçramış olan karşıdaki köy kahvesinin uzantısında, basit
tahta masa ve sandalyeler buluşma yeriydi.
Öğle yemeği için eve gitmek gerekmezdi. Camiin tam
karşısında, yukarıdaki üç sınıflı ilkokulun yüksekteki bahçesinin altındaki
birkaç dükkândan biri çorbacı idi. Sürekli ve tek yemeği, çorba derecesinde
sulu pişirilip derin bakır kaselerle sunulan “kuru fasulya çorbası” idi. Tadı
bugün bile damağımdadır.
Bu sevimli köy ile ilgili anlatmam gereken çok şey var ama
bu gün bu yazıya başlamakdan murad, “ayazma panayırı” kavramını anlatmakdı.
“Ayazma”, memleketin çeşitli yerlerinde kendi başına akıp
duran kimi çeşmelere Hristiyan halk tarafından verilen addır. Müslüman ahali
içinde bunun adı “ziyaret” olur. Ansiklopedilerde belki başka tanımı vardır.
Bakmadım. Müslümanlar arasındaki farklı mezheplerde bakış açısı nedir, onu da
bilmem. Hristiyanlarda benim gördüğüm panayırlar hep Ortodoks Rumlar tarafından
tertiplenirdi. Gregoryen ya da Katolik Ermenilerde, Musevilerde görmedim. Varsa
da bilmiyorum. (Burada bilimsel yazı değil, sadece geçmiş günlerimize dair
hatırladıklarımızı yazdığımıza göre bence önemi de yok.)
Gördüklerim, çoklukla bir tepe yamacına yaslanmış tek katlı
basık ve penceresiz küçük bir kulübenin içinde bir veya birkaç borudan akan
sudan ibaret idi. Boruların ağzında musluk hatırlamıyorum. Biteviye akan sular,
hepsi bu!..
Kimi içme tadında, kimi kekremsi; akar, akar, akar…
Her ayazma panayırının belirlenmiş günleri vardı; her yıl
aynı zamanda ve bir hafta süren bir ritüeli vardı her birinin.
Bizim Göksu ya da Yenimahalle (tam adını hatırlayamıyorum)
panayırı, Ağustos veya Eylül ayında (Sanırım Eylül), bir pazardan sonraki
pazara kadar süren bir –adeta- şenlik idi.
O zaman şimdiki gibi araba bolluğu nerede?.. Çoğunluk
Küçüksu İskelesi’ne kadar vapurla, İskeleden buraya da faytonlarla gelirdi.
Baruthane Çayırı’nda ve Dört Kardeşler mevkiindeki kır bahçeleri, masa
sandalyelerini buraya getirip gündelikle kiraya verirlerdi gelenlere…
Çantalardan, zembillerden pırıl pırıl kolalı masa örtüleri
çıkarılıp masa üstüne yayılırdı. Masası örtüsüze hiç rastlamadım. Mezeler,
dolmalar, söğüşler çeşit çeşit masaya yayılır. Masaların baş köşeleri mutlaka
“Barba”larındı. Bembeyaz saçları, özenle kesilip kıvrılmış beyaz pala bıyıklı,
kimi pırasa gibi pos bıyıklı, siyah pantolon ve beyaz gömlekli dedelerdi
bunlar. Eski kulağı kesikler yani!..
Laterna |
Madamlar beylerine hizmet verip arada kendileri de azıcık
parlattıkları için, kızlara gün doğardı. Bizlere de tabii!..
Masaların görebileceği bir mesafede gramofonlarda çalan
tangolar eşliğinde dans ederdik.
Akşam yaklaşıp gölgeler uzayınca, toplanma telaşı başlar,
çakır keyif olan dedelerin naramsı sesleri faytonlara binip giderdi.
Panayır alanını son terk edenler, ikram edilen kadehlerden
midir yoksa sırtlandıkları laternanın ağırlığından mı bilinmez, sallanarak
giden laternacılar olurdu.
Artık ne panayır kaldı, ne o pırasa bıyıklı Rum barbaları
coşturan laternalar…
(Bu yazı ilk kez “İSTANBUL’DA ZAMAN” isimli facebook grubunda yayımlanmıştır.)
(Bu yazı ilk kez “İSTANBUL’DA ZAMAN” isimli facebook grubunda yayımlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder