Sayfalar

3 Ağustos 2018 Cuma

Dublaj sanatçısı Jeyan Tözüm: “Benim 9. büyükbabam, 3. Ahmed.
Biz, 250 senelik İstanbulluyuz.”

Röportaj: Zeynep Öztürk

Türk Sinemasının perde arkasındaki sultanı, dublaj kraliçesi Jeyan Tözüm’le sohbet ettik. Bugün, nostaljik bir keyifle tekrar tekrar, defalarca seyrettiğimiz eski Türk filmlerinde Hülya Koçyiğit’e, Türkân Şoray’a, Fatma Girik’e, Emel Sayın’a sesini veren, eski Türk filmlerinin hafızalardan silinmeyen kadın sesi Jeyan Tözüm’den bahsediyoruz. Dublaj sanatçısı; radyo tiyatrosu, tiyatro ve sinema oyuncusu Jeyan Tözüm, sorularımızı cevapladı.

“Benim 9. büyükbabam, Sultan 3. Ahmed. Babaannem, Üsküdar’da doğmuş, Üsküdar’da büyümüş. Babam Paşabahçe’de, annem Cibali’de doğmuş. Ben, Beşiktaş’ta doğdum. Biz, 250 senelik İstanbulluyuz.” diyen Jeyan Tözüm’le, “eski İstanbul”u da konuştuk.

Röportajımız için Jeyan Tözüm’le Taksim “The Marmara” otelinin lobisinde buluşuyoruz. Röportaja başlamadan önce Jeyan Hanım bize, beraberinde getirdiği ve kendisinin de rol aldığı radyo tiyatrolarının bir kısmının senaryo metinlerini, hatıralarının bir parçası olarak gösteriyor:

“Bu, radyo rolüm. Bu da radyo rolüm. 1961, 1964… Ben, saklarım hepsini de, bir kısmını getirdim. Bu da radyo tiyatrosu. Bu da radyo; 1963… Bu da böyle radyo… ‘Biz Üç Arkadaştık’ diye bir şey…”

Bir yaz günü, Jeyan Hanım limonatasını, biz çayımızı yudumlarken, sohbetimiz devam ediyor. Jeyan Hanım, randevu için kayıt stüdyosu ile irtibat kurmanın bile o dönemde pek de kolay olmadığından bahsederken, elinde kalan randevu notlarını gösteriyor:

“Bak ne yazmış: Jeyan Ayral, Sara. 4 Mart Perşembe, saat 09:30’da prova ve alınış, radyoevi’ diye yazmış; fakat maalesef, bunun tarihi yok. Burda da tarih yok, burda da yok; ama herhalde bu, telefonlarımız yoktu bizim, eskiden. Cep telefonu hiç yok tabi; fakat evlerde de telefonumuz kolay kolay gelmedi evlere. Kapıya birisi gelirdi. Bu notu bırakır meselâ. Biz de ona göre hareket ederdik. Neden sonra telefon aldık tabi eve. Hatta biz, burada Mis Sokağı’nda otururduk, ben genç kızken. Yürüyerek giderdim. O mesele değil; fakat haber verme meselesi önemliydi. Adam gelir kapıya haber verirdi, neyse. Bu, dublaj için de böyleydi, radyo için de böyleydi eskiden; ama ben, meselâ bir stüdyoya telefon etmek istesem, stüdyoların telefonu var, bakkala gidersin. ‘Telefonunuzu kullanabilir miyim?’ ‘Yok’ der. Öbür bakkala… ‘Telefonunuzu kullanabilir miyim?’ ‘Ama çabuk ol’ der. 50 kuruş muydu neydi, hatırlamıyorum, ederiz telefonu alel acele, ne konuşursak konuşuruz. Öyle… Bakkalda telefon… Ama bu benim dediğim, 1940-50 arası. Ondan sonra telefon alındı eve nihayet. Ve parayla satılırdı. 200 liraydı telefon. Ev telefonları 200 liraydı. Sonra sonra ucuzladı.”

-         Bir de, sıraya girilirmiş, telefon birkaç sene sonra çıkarmış…

-         Tabi, tabi. Hem o, hem de; atıyorum, benim halam, İzmir’de öğretmendi. Halamı arayacağız. Postaneye gidersin. Dersin ki, ‘Ben, İzmir’i aramak istiyorum.’ ‘Kaç numara?’ İşte şu numara. ‘Ne kadar beklerim?’ ‘Eh, 2 saat beklersin.’ İzmir’le konuşmak için 2 saat, hadi en az 1 saat beklersin. Öyleydi. Şimdi, aç telefonu Amerika’yla konuş… Çok değişti her şey şimdi.”


Hatıralar arasında bu kısa sohbetin ardından, röportajımıza başlıyoruz. Jeyan Tözüm’e önce, çok bilinen bir isim olmayan adının anlamını ve hikâyesini soruyoruz.

“Benim adım, Farisî. Hatta, Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi vardır. Şöyle biter: ‘Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletten’. Ne diyor? Millete söylüyor. Diyor ki, ‘Ey, yaralı kükreyen aslan, uyan bu gaflet uykusundan’ diyor. Ben doğduğum zaman, isim kimsede olmasın diye babam, Kâmûs-ı Türkî’ye bakmış. Eski lûgat. Bakmış, aramış, aramış, aramış, Jeyan diye bir kelime bulmuş. Bakmış, ‘kükreyen’. ‘Aaa, bu iyi’ demiş. Bu ismi takmışlar bana. İyi, güzel. Şîr, aslan. Şîr-i Jeyan, kükreyen aslan. Fârisî.”

Adının anlamının ‘kükreyen’ olduğunu öğrendiğimiz Jeyan Hanım’a, bu ismin seçilişinin, burcunun aslan olmasıyla da bir ilgisi olup olmadığını soruyoruz.

“Hiçbir ilgisi yok. Tesadüf. Babam, bunu bilerek koymamış. Sonradan fark ettim ki, aslan burcu ve aslanın kükremesi Jeyan.” diyor.

Jeyan Hanım’a, tiyatroculuk hayatının o çok küçük yaştaki başlangıç hikâyesini de soruyoruz. Mütebessim bir heyecanla hemen, beraberinde getirdiği çocukluk fotoğraflarını gösteriyor ve ta 1939 yılına uzanarak başlıyor anlatmaya.

Ben mesleği seçmedim, meslek beni seçti

-         Ben, 1939’da başladım; ama bilerek değil.

-         Kaç yaşındaydınız?

-         Sekiz. Babam, hem oyuncu tiyatroda, hem de sahne amiri. Muhsin Bey, Pergünt isimli bir eser koyacak sahneye. O zaman böyle çocuk bolluğu yok. Şimdi nereye baksan çocuk var. Çocuk var da, oyuncu çocuk yok. Babama demiş ki Muhsin Bey, ‘Bu piyeste bir kız çocuğu lâzım. Ne yapsak, nereden bulsak?’ Babam da demiş ki, ‘Evde kızım var. İsterseniz getireyim’. Ve almış beni, götürmüş. Muhsin Bey, herhalde bana bir şeyler sordu, etti. Bilmiyorum. Makul buldu ve beni çıkarttı sahneye. Pergünt piyesi, hayalî bir piyes ve müzikaldir. Çok güzel bir eserdir. (Oyundaki kostümü içerisindeki çocukluk fotoğrafını göstererek) Piyesin başında Norveç dansı vardı. Bu, piyesin başındaki Norveç dansı kıyafetim. Bu da Solveig’ın hayali. Solveig, Pergünt’ün sevgilisi. Pergünt, Talât Aytemel oynuyor Pergünt rolünü, şöyle önde, halka yakın bir yerde oturuyor sahnede. Bana da en arkada böyle bir kapı yaptılar, kendi boyum kadar. Bir de böyle tabure verdiler. Orada oturuyorum, ağzımı açıp kapıyorum, bilmiyorum şarkıyı; fakat içerden Nevin Akkaya diye bir hanım var, o zaman 22 yaşında filan, Solveig’ın şarkısını söylüyor. Sözde Pergünt, Solveig’ın hayalini görüyor. Benim önüme de böyle bir tül perde geriyorlardı, ben böyle hayal gibi görünüyordum. Solveig’ın hayali, ilk rolüm; ama başlayış o başlayış. Tiyatroya öyle başladım. Yani bilerek değil. Sorarlar. Derler ki, ‘Nasıl karar verdiniz, nasıl çıktınız?’ Valla ne karar verdim, ne bir şey, derim. Sonra, ben mesleği seçmedim, meslek beni seçti, derim. Bu, böyle.

Ondan sonra, hiç durmadan on sene hem okula gittim, hem çocuk piyeslerinde çalıştım. Bu arada, on yaşına geldiğimde bir dublaj… O zaman Arap filimleri modası vardı. (Fotoğrafını göstererek) Bu, Çalıkuşu, tiyatroda. Çalıkuşu’nu ben, 1965’ti galiba, tiyatroda oynamıştım. İşte on sene devamlı çocuk piyesinde oynadım. Ondan sonra başladım genç kız (rollerine). Hani 12-14 yaşlarında genç çocuk oynamaya, sonra genç kızları oynamaya. Sonra, baş rolden aşağısı kurtarmadı. Yani lokomotif deriz biz; yüklüyorsun rolü, götürüyorsun. Meselâ ‘Çalıkuşu’. Meselâ ‘Kadınlar’. Meselâ İspanyol piyesi “Yerma”. “Yarısı” diye bir piyes. “Çıplakları Giydirmek” diye bir İtalyan piyesi. Hatta ben orada ödül alacaktım; ama o sene vermediler ödülü. Nisa Serezli’ye vermişlerdi.

Plağa kayıt alırken bir teklesek, bütün radyo tiyatrosu yeni baştan alınırdı

Jeyan Tözüm, daha sonra dublaj ve radyo tiyatroları dönemini özetliyor. Tabiî, o dönemin teknik imkânsızlıkları sebebiyle, plağa kaydedilen seslerin, bir hata edildiğinde bütün bir kaydın yeni baştan yapıldığını da belirterek…

“Arap filimleri oynuyordu o zamanlar. Şimdiki Sadri Alışık Sokağı’nda. O zaman Bursa Sokağı’ydı adı. Marmara Stüdyosu diye bir stüdyo vardı. Babam beni oraya götürdü. Mahmut Bey’e. Dublajı idare ediyor Mahmut Bey. Ben de kendi yaşımda küçük bir kızı konuşacağım. Bir karı-koca var. Onların çocukları var işte kız çocuğu. Onu konuşacağım. (Elleriyle büyüklüğünü göstererek) O zaman mikrofon, şöyle bir nesne. Ne sağa gider, ne sola gider, ne yukarı çıkar, ne aşağı iner. Böyle duran bir nesne mikrofon, o zaman. Şimdi mikrofonu kaldırıyorsun götürüyorsun. Değil. Oynamıyor yerinden ve ben böyle uzandım, uzandım, boyum yetmiyor mikrofona. Mahmut Bey, ‘Bir iskemle getirin’ dedi. İskemlenin üzerine çıktım, dublaja başladım. O da, başlayış o başlayış… 60 sene dublaj yaptım. Bu arada, 1949, radyo evi açıldı. Tabiî arkasından radyo tiyatroları başladı. Fakat şöyle bir şey söyleyeceğim onun için de, Ekrem Reşit idare ediyor ve onun yardımcısı da Orhan Boran. Ve de en mühimi, plağa alınıyor. (Eliyle büyüklüğünü göstererek) Bu kadar plaklar… Onun için biz, on kere, yirmi kere prova ederdik, teklememek için; ama tekledin mi o plak gidiyor, yeni baştan alınıyor. Bant devri neden sonra başladı. 1952’de, 53’te başladı bant. Biz böyle 3-4 sene hep plak… Ve çok çalışırdık, çok prova ederdik; ama bant zamanı, alırdık piyesi, okurduk, teklerdik, baştan alırdık. O, daha kolay geldi tabiî bize. Plak, çok zor; ama bant, kolay geldi. Öyle çalışmaya başladık ve radyoda da 15 sene sıradan oynadım, ‘Arkası Yarın’larda…”

Sesimi verdiklerim, bana bir kere teşekkür bile etmediler

Jeyan Hanım’a sesinin, Türk sinemasının ünlü oyuncularının seyirci nezdindeki başarısını büyük oranda etkilediğini hatırlatıp, onların sevilmelerinde bu derece pay sahibi olmanın nasıl bir duygu olduğunu soruyoruz. Jeyan Hanım, bu konuda hayli dertli. Sesini verdiği oyuncuların, bir teşekkürü bile kendisinden esirgemelerinden yakınıyor.

“Bir kere o Türkânlar, Fatmalar, Filizler, Hülyalar, bir gün bana telefon açıp ya da gelip stüdyoya, ‘Ay teşekkür ederim, çok iyi olmuş’ (veya) ‘hiç iyi olmamış’ demediler. Hatta sorarlar bana, ‘Hepsiyle tanıştınız’… Yoo, hiçbirini görmedim. Hiçbirini görmedim. Seneler sonra benim tarafımdan bir şikâyet… Hülya Hanım, ‘Yasemin’in Penceresinden’ diye bir program vardı; Hülya oraya çıkıyor, haliyle ben de onu konuştuğum için beni de çağırdılar. ‘Ay ne güzel konuşuyordunuz’ dedi. (Soğuk bir yüz ifadesiyle) Teşekkür ederim, dedim. Sonra Türkân, ‘Tatlı Hayat’ diye bir… Haluk Bilginer’le oynuyordu. Orada da gittim, dizide bir rol oynadım. ‘Ay ne güzel konuşuyordunuz’ dedi. E günaydın Türkân, dedim… Ama üç kişi; bir tanesi radyo evinde şarkıcıydı. Safiye Filiz. Rahmetli oldu o. Geldi, bir buket çiçek, teşekkür etti… Tamam, beklemiyorum; ama bir ilgi bekliyorum. Hatta Emel Sayın’ın bütün filimleri benimdir. Gelirdi, otururdu orda, bir yakınlık göstermedi. E çünkü onurlarına dokunuyor. Anladın mı? ‘Efendim, vaktimiz olsaydı biz konuşurduk. (Dublajı kendimiz yapardık) Konuşursunuz siz!.. Bir kere Fatma Girik’in, Allah tarafından sesi kalın ve çatlak. O genç kız, güzel surata gitmeyen bir sesti; ama şimdi yaşlandı, konuşuyor kendisi, o ayrı hikâye. Yani olamazdı, konuşamazlardı; ama bunu kabul etmiyorlar. ‘Vaktimiz olsaydı biz konuşurduk’…”

-         Bunun sebebi ne olabilir? Şöhreti paylaşmak mı istemiyorlardı?

-         “Onu istemiyor. Bakın, babam anlatırdı bunu: Ingrid Bergman, Hollywood’ta parlayan bir yıldız. İlk filimlerinde konuşmuyormuş kendisi ve Oscar kazanmış, Oscar’ı vermemişler; çünkü kendisi konuşmuyor. Burda, kendileri konuşmuyorlar, portakal alıyorlar… Fatma Girik, ‘Sokak Kadını’ diye bir filimde oynamıştı, 40 sene önce mi, 35 sene önce mi? Ben konuştum, gitti portakal aldı geldi. Sahibine dedim ki sonra, olmaz ya, hani o sesi kapasaydılar, öyle portakal verseydiler… Hiç önemsenmiyordu çünkü dublaj. ‘Neden?’ diyor bana. Nedeni var mı canım? Portakalın yarısı benim. Canını ben verdim, ruhunu ben verdim… ‘Haa, sahi öyle ya!’ dedi. Bu kadar. Yani hiç önemsenmiyordu.”

Aynı filimde iki ayrı karakteri seslendirdim, fark edilmedi

Jeyan Tözüm, ‘Ağlayan Melek’ filminde hem Türkân Şoray’ı, hem de Rum kızı rolündeki Oya Peri’yi seslendirdiğini ve bunun anlaşılmadığını da not ediyor.

“Türkân’ın bir filmi vardı, Ağlayan Melek diye. Burgazada’da çekmişler. Kaç sene oldu? 25 sene filan olmuştur. Sözde bir balıkçının kızı. Balıkçıyı da Mümtaz Ener oynuyordu. Türkân, kör sözde. Ekrem Bora geliyor, aşık oluyor ona. Gözlerini açtırıyor, falan filan… Fakat adada bir meyhaneci var. Onun kızını oynayan Oya Peri var. İstanbul’a gidiyor geliyor, birtakım işler çeviriyor. Geliyor, babasına para veriyor. Yardım ediyor babasına. Rum kızı. Tavernacı Rum. Oya Peri de Rum rolü oynuyor. Taklit yapmak lâzım. Bir arkadaş geldi. Oya Peri’yi konuşacak. Ben, Türkân’ı konuşuyorum. Yapamadı. Ben söylüyorum; işte şöyle şöyle yap diyorum, yapamadı, olmadı. Dublajı da Sacide Keskin, rahmetli oldu o da, idare ediyor. Bana dedi ki, ‘Sen konuş’. A aa! Dedim, Sacide Hanım, hem Türkân’ı konuşacağım hem Oya Peri’yi… Ben, Laurel-Hardy gibi yapamam. Ordan sesleri çeken arkadaş, çıktı dedi ki, ‘Sen yaparsın, ben idare ederim’ dedi. Peki, dedim. Haydi yapayım. Hem Türkân’ı konuştum, hem Oya Peri’yi konuştum; ama kimse onun aynı ses olduğunu anlamadı. (Bizim için de bir cümle Rum kızı konuştu…)”

-         Rumcanız da vardı, herhalde onun da katkısı oldu…

-         Tabiî. ‘Tabiî’ diyorum; ama asıl babam benim, Necdet Mahfi, Toto filmleri vardı, sen bilmezsin, yaşın müsait değil. Toto, bir İtalyan komiği. Burada babam, onu Yahudi taklidiyle konuşurdu. Yani bizim ailede taklide… Bilmekle ilgisi yok. İçten gelen bir şeydir taklit.

Elimde avucumda hiçbir şey yok

Jeyan Hanım’a, dublaj sanatçısı olarak, Türk filmlerine verdiği emeğin karşılığını alıp alamadığını da soruyoruz.

“I ıh!... Benim ne evim var, ne barkım var. Kirada oturuyorum, emekli maaşıyla geçiniyorum. Tiyatrodan, 50 sene çalıştıktan sonra emekli oldum. O maaşla geçiniyorum. Kocamla tabi çalıştık. O da çalışıyordu, ben de çalışıyordum. Ataköy’de bir kat almıştık. Bir de arabamız vardı. Beni tiyatroya bıraktı, kendisi eve dönemedi. Trafik kazasında kocamı kaybettim. İki kamyon birbirini sollarken, arkadaki kamyon kocamı(n arabasını) görmüyor, üstüne çıkıyor. Öyle… Ondan sonra araba da öyle gitti, evi de sattık. Kızım, ‘Anne, satalım’ dedi, sattık. Yani, elimde avucumda hiçbir şey yok.”
O kadar iyi bir insanın üstüne evlenilir mi?

Jeyan Hanım, stüdyoda tanıştıkları rahmetli eşi Rauf Tözüm’ün fotoğrafını da gösterdikten sonra, neden bir daha evlenmediğinin sebebini de özetliyor.

“Kocamın resmini göstereceğim. (Gösteriyor) Rauf Tözüm. Ses mühendisiydi o da. Öyle stüdyoda tanışmıştık. Erman Stüdyosu’nda. Şişli’de Erman Stüdyosu vardı.

-         Ne kadar hoş bakmışsınız eşinize…

-         Seviyordum. O da beni çok severdi rahmetli. Niye evlenmedim? O kadar iyi bir insan… Koca olarak o kadar iyi bir insan… Gelir, her gece beni tiyatrodan alır, gıkı bile çıkmazdı. Hani ‘Bak ben yorgun argın geliyorum da, işte seni de alıyorum’… Kat’iyyen… O kadar iyi bir insandı. Onun üstüne evlenilir mi?..

Fotoğraf albümümü müzeye verdiğime pişmanım ama geri alamıyorum

Jeyan Hanım’la sohbetimiz, eski siyah-beyaz fotoğraflar eşliğinde devam ederken, içini sızlatan kötü bir hatırasını da nakletmeden edemiyor. Kendisi için çok değerli fotoğraf albümlerinden birisini, sergilenmek üzere tiyatro müzesine verdiğini, ancak fotoğraflar sergilenmediği için geri almak istediğinde alamadığını, kendisine dair bir kitapta kullanılmak üzere fotoğraflar istendiğinde de para talep edildiğini, kızgınlıkla anlatıyor.

“Yıldız Sarayı’nın tiyatro müzesi, akılları sıra. Yıldız Sarayı’nın tiyatro müzesinde. Bizde Engin Uludağ vardı. Rejisör, Yönetmen. Dedi ki, bundan 18 sene önce filan; çünkü Bedia Hanım daha hayattaydı, Vasfi Bey de hayattaydı. Hep beraber gittik, tiyatro müzesinin açılışına. Babam da vardı. Dedi ki, ‘Müze açılacak. Sen o ikinci albümü oraya ver’. Benim de aklım yattı. Hani… Görecek herkes, falan… Neyse, verdim. Atıyorum, 1 sene sonra, 2 sene sonra gittim, müzeyi bir göreyim dedim. Benim de albümüm var. Girdik, böyle izbe bir yer. Giriyorsun, sağa sapıyorsun, sola sapıyorsun, merdiven çıkıyorsun… Böyle garip bir yer. Müzeden başka her şey. Şurda büyük bir masa var. Üstü camlı. Benim albüm, (eliyle büyüklüğünü göstererek) bu kadar albüm böyle, duruyor. Açılmış, burda bir resim, burda bir resim. (Açık vaziyetteki albümün sağ ve sol sayfalarında birer fotoğraf gözüküyor.) Öbür resimler kapalı. Bir bunu görüyor insanlar, bir bunu. Bitti. Kardeşim, dedim, bunun altında da resimler var. ‘Haa, onlar gösterilmiyor’. Dedim, ne biçim sergi bu?!. (İnsanlar) bir resim görüyor, iki resim görüyor. Ben bunu alayım, dedim. ‘Ay yok efendim, demirbaş oldu, veremeyiz’. Peki, dedim, çıktım. Kızdım. Ondan sonra, Pars Tuğlacı diye bir profesör var. O, kitabımızı basacaktı, babamın ve benim. Dedi ki, ‘Bu kadar mı resimlerin?’ Yok, dedim. İkinci albüm böyle, böyle, böyle… Git, oradan al, dedim; ne yapacaksan yap. Gitmiş. Ne yapmışlar biliyor musun? Açmışlar, göstermişler. Para istemişler. Parayla vermişler. Görüyor musun yaptıkları ayıbı? Çok kızıyorum ama! Haa, bir de benim, ‘Kadınlar Piyesinde’ diye, bir Amerikan piyesiydi, giydiğim, lacivert, (üzerindeki kıyafeti göstererek) bunun gibi bir şey, ama üstü boncuk, boncuk, boncuk böyle bir tuvaletim vardı. Onu da oraya verdim. Sordum: Nerede tuvaletim? ‘Haa, burada olacak ama bilmiyorum… İşte…’ dediler. Birisi mi aldı, ne yaptı? Yani çok pişman oldum ama oldu bir kere. Alamıyorum ki…”

Jeyan Hanım, kendisi için çok değerli olan fotoğrafları birer birer gösterirken, evlendikten sonra neden sinema filimlerinde oynamadığını da açıklıyor.

-         Bu, ‘Efsuncu Baba’… Bu, Zeki Müren’le ‘Beklenen Şarkı’.

-         ‘Beklenen Şarkı’ son filminiz miydi?

-         Evet, evet. Ondan sonra, hani malûm işte (çekim için) Urfa’ya gidiyorlar, Mardin’e gidiyorlar, bilmem nereye gidiyorlar. Kocam dedi ki, “Tiyatro tamam; ama sinemada oynama.” Ben de bıraktım sinemayı. Evlendikten sonra sinemayı bıraktım.

Jeyan Tözüm, bunları anlatırken, rol aldığı filmlerin bir yangında nasıl yok olduğunu ve elinde hiçbir kopyasının olmadığını da kaydediyor.

-         10 tane filmim var; ama maalesef bundan gayrı hepsi yandı. Yanar film olduğu için. Eskiden yanar filimdi. Şimdi ne yapıyorlar, nasıl çekiyorlar, bilmem banda mı alıyorlar? Bir depoya, yalnız benim filmim değil, yüzlerce film, o depoda saklanıyordu; fakat bir yangın çıkıyor. Yanar film olduğu için dıırrtt!... Hepsi yanıyor.

-         Elinizde hiç kopya yok mu?

-         Yok. Bir bu ‘Beklenen Şarkı’ var, o kadar. Meselâ ‘Efsuncu Baba’ da yandı. ‘Uçuruma Doğru’, ‘Gençlik Günahı’, ‘Dertli Pınar’, ‘Seven Ne yapmaz?’… Hep bunlar benim oynadığım filimler; ama hiçbiri yok…

-         İnanılır gibi değil…

-         Evet.

İstanbul çok tenhaydı. Herkesin birbirine saygısı vardı

Jeyan Hanım’ın sanat hayatına dair hatıralarını dinledikten sonra, geçiyoruz eski İstanbul’a dair hatıralarına…

-         Çocukluğunuz ve gençliğinize dair zihninizde en çok yer eden unsurlar nelerdi?

-         İstanbul’un tenha oluşu. 1 milyondu İstanbul(un nüfusu).1 milyon… Düşünebiliyor musun? Burada ya 3 kişi yürüyor, ya 10 kişi yürüyor. Yani öyle bir sürü insan yok. Ve saygı. Herkesin birbirine saygısı vardı. Bu gün saygı diye bir şey kalmadı.

-         Çocukluk döneminizde ve bu gün, İstanbul’un en sevdiğiniz semtlerini öğrenmek istiyorum.

-         Semtleri mi?

-         Evet.

-         Ben, İstanbul’un her yerini severim. En başta Adaları severim. Boğazı severim. Her yerini severim. İstanbul’un sevilmeyecek bir tarafı yok ki.

-         Çocukluğunuz, gençliğiniz hangi semtte geçti?

-         Beyoğlu’nda. Mis Sokağı’nda. Evlendikten sonra 3. Levent’te. Daha sonra kocamla birlikte Ataköy’de; ama çocukluğum Beyoğlu’nda…

-         Eskiden ahşap evler vardı…

-         Ahşap evler vardı, evet. Tarlabaşı, bütün ahşap evdi. Bir de kâgir dedikleri evler var ya? Hani cumbalı cumbalı… Onlar çok güzeldi. Ve tabiî Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler varken İstanbul, İstanbul’du. Çok güzeldi ve öyle ‘Sen Rumsun, sen Ermenisin, sen bilmem nesin’… Ayırd edilmezdi. Rum komşu, Şeker Bayramı’nda, Kurban Bayramı’nda gelir bunun (Müslüman komşusunun) bayramını kutlar, Paskalya’sında da Türkler gider, Rum’un Paskalya’sını kutlar. Öyleydi…

Ahşap evlerin tahtakurusu ve fareleri…

Söz, İstanbul’un güzelim ahşap evlerinden açılınca, o evlerin, nostaljik fotoğraflara yansımayan sıkıntılı tarafları da hatıra geliyor. Tahtakuruları ve fareler, bunlardan sadece ikisi…

-         Değerliydi ahşap ev; çünkü ahşap ev, sağlıklı bir evdir. Tahta olduğu için. Şimdiki beton. İşte ‘Oram ağrıyor, buram ağrıyor’ diyor herkes. Ahşap evler, sağlıklı evlerdi; ama kusuru yok muydu? Vardı. Siz bilmezsiniz, gençler bilmez; ahşap evlerde tahtakurusu olurdu. Tahtakurusu nedir, bilir misin? Şu kadarcık bir şey, mercimek kadar. Pis bir şey. Yattın mı böyle, yatağına gelirler senin. Yerler seni, hiç farkına varmazsın. Hatta annem şey yapmıştı; demir karyolalar vardı o zaman, şöyle konserve kutuları var ya? Onlara su doldurur, karyolanın ayağının altına koyardı. Dört ayağına da… (Tahtakurusu) suya giremez, sudan gelemez.

-         Çok akıllıcaymış.

-         Onu yapardı. Bir de somyayı, bütün yatakları matakları çıkarır, ilâçlar, gazlar, öyle şey yapardı. Karyolanın ayaklarını da suya koyardı. Ahşap evlerde bir de fare vardı tabiî. Çok. Ama çaresi bulunuyordu tabiî. Her evde yoktu. Meselâ ben, tahtakurusunu, çok küçücüktüm, Aynalı Çeşme’de bir evde oturduk. Bir orada görmüştüm. Ben de görmedim tahtakurusu filan… Ama orada görmüştüm. İşte annem ilâçlamıştı falan, geçmişti.

Herkes, evinin önünü süpürür, temiz tutardı

Ahşap evlerde böyle davetsiz misafirlerin bulunması, evlerin ve sokakların pis olduğu anlamına da gelmiyor. Jeyan Hanım, bunu da vurguluyor.

“Mahalleler çok daha temizdi; çünkü herkes, mahallede, kapısının önünü süpürürdü. Şimdi gidiyorsun, sokakta böyle çöp yığınları… O zamanlar öyle çöp yığınları filan yoktu. Göremezdim. Çöpçü gelirdi. Hatta çöpçü, kamyonla gelmezdi. At arabası. Böyle arkada tahtadan bir araba. Bir bu tarafta kapağı vardı, bir de bu tarafta kapağı vardı.  Küçük, çünkü tenha İstanbul. Bu tarafa da çöpleri doldurur, kapağı kaldırır bu tarafa da doldurur giderdi. Herkes de kapısının önünü, ahşap evleri kast ediyorum. Öyle apartmanlar filan değil. Apartmanlarda kapıcılar mapıcılar var. Ama herkes, evinin önünü süpürür, temiz tutardı. Temizdi. Öyle döküntü değildi.

İlle de Büyükada

Jeyan Hanım’a, geçmişte, gittiğinizde kendinizi en mutlu hissettiğiniz yer ya da mekân neresiydi, diye soruyoruz.

“Biz, Büyükada’ya yazlığa giderdik de, işte 3 ay otururduk yazlıkta. 100 Lira… O kadar verirdik. Genç kızlık dönemim, hani 12, 13, 15, 18 yaşlarım orada geçmiştir. Onun için insan, genç kızlığının geçtiği yerleri daha çok seviyor sanıyorum. Büyükada’yı çok severim; ama hani 23 Nisan’da çıkıyorlar Aya Yorgi’ye, uuuu, iplikler bağlıyorlar, bilmem neler bağlıyorlar, taşlardan evler yapıyorlar… O zaman değil. Kalabalığı kat’iyyen (böyle telaffuz ediyor) sevmiyorum. Tenha olacak.”

Sokak satıcıları

Eski İstanbul’dan bahsedip de sokak satıcılarını hatırlamamak olur mu?

“Atın iki yanına iki küçük tel dolabı koyar. Bir taraftaki dolaba ciğerleri koymuşsa, diğer tarafa başları, karaciğerleri koyar, ‘Ciğerciii’ diye geçerdi kapıdan, ciğer satar. Ondan sonra yoğurt… Böyle askılı yoğurtçular… Ama yoğurt, o yoğurttu. Bu günkü yoğurtlar, yoğurt değil. Pis, ilâçlı… O, böyle kepçe gibi bir şeyi vardı; yoğurdu nerdeyse keserdi. Tabağını uzatırsın, gelir yoğurtçu, ‘yarım kilo’ dersin, önce tabağın darasını alır. Atıyorum, belki tabak 200 gram geliyor, değil mi? Sen yarım kilo alacaksın, 700 gram verir, tabağın ağırlığı ile birlikte. Anladın mı? Çünkü tabak, 200 gram. Yani, böyleydi… Dondurmacı geçer kapıdan. Baharat satanlar geçer. Baharat; işte tarçın, biber, kimyon… Baharat…”

Aktar mı, ve baharatçı mı?

Jeyan Tözüm, bu arada, attar ya da aktar denilen ve mahalle aralarında iğne, iplik, zarf, sigara, baharat, güzel koku gibi küçük çaplı ev ihtiyaçlarının satıldığı dükkânların, sadece baharat satıcısı olarak algılanmasının yanlış olduğunu da not ediyor.

Onun bu açıklaması üzerine biz de, hem Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne, hem de Osmanlıca-Türkçe lügate baktık. Bu münasebetle bunu da nakledelim. Osmanlıca-Türkçe lügate göre aktar kelimesi, ‘kutr’ kelimesinin çoğulu. ‘Kuturlar, çaplar. Dairenin merkezinden geçen doğru hatlar. Her taraf’ anlamına geliyor. Anlaşıldığı kadarıyla ‘aktar’ kelimesi, daha çok, çeşitlilik, değişik şeyler anlamı yüklenerek kullanılmış. Meselâ, ‘aktar-ı âlem’, her taraf, âlemin dört bucağı anlamına geliyor. ‘aktar-ı beden’, vücudun her tarafı anlamında. Dolayısıyla aktar dükkânı da, çeşitli şeylerin bir arada satıldığı dükkân anlamında kullanılmış. Tabiî bu ‘çeşitli şeyler’ arasında baharat da var. Günümüzde ise baharat dükkânları, büyük bir çoğunlukla sadece baharat ve şifalı bitkiler satıyorlar. Jeyan Tözüm de buna işaret ediyor:

“Haa, bir şey var ki çok kızıyorum. Baharat dedim de aklıma geldi. Ben çocukken, hatta yalnız ben çocukken de değil, bundan 30-40 sene öncesine kadar aktar vardı. Aktar nedir, biliyor musun? Sigara satar, kibrit satar, kalemtraş satar, silgi satar, defter satar, raptiye satar, lastik satar… Yani böyle ıvır zıvır satana aktar denir. Şimdi, baharatçıya aktar deniyor. Yanlış. Baharatçı, aktar değil, baharatçı. Bahar satıyor. Aktar, türlü şey satana denir. (…) Hatta ben çocukken Tarlabaşı’nın köşesinde bir aktar vardı; hep ordan, gider renkli kalemler alırdım.”

Akasyalar, erguvanlar, mimozalar, sardunyalar…

Jeyan Tözüm’le ‘eski İstanbul’ sohbetimize devam ediyor ve eski İstanbul’un zihninde kalan ağaçlarını soruyoruz.

-         (Bir çiçek kopkluyormuşcasına heyecanla, coşkuyla ve kelimelere basa basa) Yeşilköy akasya doluydu. Mis gibi kokardı, akasya zamanı. Çok güzel akasyalar vardı. Ha, Boğazda erguvan. Adalarda mimoza. Mimoza ve amber. Sıcak olduğu için… Bir de adada şey vardır, bugenvil. (Begonvil) Küçük lâle gibi lâle gibi bir ağaç vardır. Sıcak yer olduğu için meselâ Antalya’da doludur. Burda yok. İstanbul’da yok. Sıcak yer ister.

-         Bir de eskiden teneke yağ kutularına çiçekler dikip balkonlara, pencerelere koyarlarmış. Sardunyalar…

-         Hımm… Öyle koyarlardı. O cumbalı evler de, televizyon yok o devirde. Bir radyo var, o da bazı evde var bazı evde yok. Cumbalar… Şimdi, hanım işini bitirir, o cumbada kanepesi vardır. Kahvesini yapar, cumbasına oturur, geleni geçeni seyreder ya da komşuya ‘Aaa, merhaba! Nasılsın, iyi misin?’ O işe yarıyordu cumba. Çiçekleri koyuyor, oturuyor kahvesini içiyor. Misafiri geldi mi böyle oturur karşılıklı, cumbada. Onlar için eğlenceli bir yer, cumba.

Oyuncak bebeğim hâlâ durur

Jeyan Tözüm’ün çocukluğuna uzanmışken, eski oyuncaklara da temas ediyoruz. Buna dair bir soru sorunca, derin bir iç çekiyor.

-         Çocukluğunuzda hangi oyuncaklar vardı?

-         Ayy, sus! Hiç oyuncağımız yoktu. Hiç ama. Günahtır bize… Şimdi çocuklara bakıyorum, bir oda dolusu. Onu beğenmiyor, ‘Anne bunu da al, anne şunu da al… Bir oda dolusu oyuncak, onlarla oynamıyor! Benim, bir tane bebeğim vardı. Hâlâ durur o bebeğim. Saklarım. Annem bana onu almıştı ama daha 12 yaşındaydım. Küçük değildim, 12 yaşındaydım. Bu caddede ‘Japon Mağazası’ diye oyuncak satan bir yer vardı. Ordan almıştı. Yalnız yüzü taş bebek, öbür tarafları saman dolu. Böyle acayip bir bebek. Bir o. Oğlan çocuklar da çember, topaç, bir de böyle hani şunun biraz dikdörtgeninden, dört tane tekerlek takar, bir yer buldu mu yokuş aşağı, ona biner dırrrt, o tekerleklerle aşağı doğru gider. O kadar. Başka bir şey yok. Aaa, tabi arkadaşlarımızla evcilik… Böyle küçük küçük fincanlarımız vardı. Oyuncak onlar tabiî. Misafircilik oynardık. Sözüm ona çay yapardık, kahve yapardık. ‘Ay nasılsınız efendim?’ ‘Teşekkür ederim’ ‘Çocuklarınız nasıl?’ ‘Ay okula gittiler efendim’… Böyle evcilik oynardık…

-         Eskiden çocuklar, kendileri, ellerindeki malzemelerle oyuncak yaparlarmış ya da anneleri, babaları onlara yaparlarmış. Bebekler, arabalar… Bunun sizce sosyal hayata etkileri nelerdi?

-         O zamanlar oyuncak bilmediğimiz için, onu aman aman oyuncak sanırdık. Yoktu ki. Vardı, pahalıydı. Vardı meselâ, teneke otomobiller vardı oğlan çocuklarına ama pahalıydı. Yani vasat aileler, alamazdı. Ancak çok zengin aileler… Daha da büyük bebekler vardı. Pahalı. Benim bebeğim, şu kadar. Küçük…

Aç kapıyı bezirgân başı

Oyuncaklardan bahsedip de çocuk oyunlarından bahsetmemek olmazdı.

-         Şey vardı, şey yapardık… Dur! Neydi o? ‘Aç kapıyı bezirgân başı’. Bilir misin?

-         Bilirim.

-         İşte onu çok oynardık. Bir de böyle halka olup bir şey oynardık; ama neydi o?

-         Yağ satarım, bal satarım…

-         Onu da oynardık. Okulda onları hep oynardık, ‘Yağ satarım, bal satarım’. ‘Çiftçi çukurdaaadır, çiftçi çukurdaadır. Haaydi peri kıızıı, çiftçi hanımını aldı. Hanım çocuğunu aaldı, işte… Yok; ‘Çooocuk köpeğini aaldı, kööpek kedisini aaldı… gibi, böyle döneriz, dolaşırız… ‘kedi fareyi aldı, fare peyniri kaptı’. Sonra birisi peynir olur, ‘Peynir yaalnız kaaldıı, peynir yaalnız kaaldıı’ diye, çocuk oyunu…
Trenle dublaja giderdik

Peki, Jeyan Hanım’ın hatırladığı o eski yıllarda, ulaşım araçları nelerdi? Ulaşım ne durumdaydı?

“Biz, Bakırköy’e dublaja trenle giderdik. Lıngır lıngır lıngır… Otobüs yok, dolmuş yok. Ha, çok paran varsa, taksiye bin, git; ama ondan gayrı, bir tren. Bakırköy’de bir Halk Filim Stüdyosu vardı, oraya dublaja gideceğiz, trenle giderdik. Sirkeci’den trene binerdik, Bakırköy’de inerdik. Orda yakındı, yürürdük, Halk Filim Stüdyosu. Oraya giderdik. Yoktu, vasıta yoktu. Sonra sonra dolmuşlar çıktı. E biz şaşırdık. ‘A aa! Nasıl? Kimse kimseyi tanımıyor, arabaya biniyor. Tanımadığın insanlarla nasıl arabaya biniyor?’ Şaşırmıştık yani dolmuşa. Sonra alıştık.

Benim 9. büyükbabam, 3. Ahmet. Biz, 250 senelik İstanbulluyuz

Jeyan Tözüm, ‘eski sayfiye yerleri’ dediğimizde aklına gelen semtleri de sıralıyor.

-         A tabi Yeşilköy, Bakırköy… Yaz kış oturan yoktu. Kışın öyle yerlisi otururdu Bakırköy’de, Yeşilköy’de. Bunlar sayfiye yeriydi. Adalar, haydi haydi sayfiye yeriydi. Suadiye, Bostancı, buralar hep sayfiye yeri. Öyle kışın oturan azdı oralarda.

-         Karşı tarafta pek fazla bulunmadınız herhalde?

-         Hayır. Hiç oturmadım karşıda.

-         Sen nerede oturuyorsun?

-         Üsküdar tarafında.

-         Babaannem Üsküdarlıymış. Bir şey söyleyeceğim ama durup dururken; benim 9. büyükbabam, 3. Ahmet. Padişah. Babaannemden geldi aklıma. Babaannem, Üsküdar’da doğmuş, Üsküdar’da büyümüş. Sonra gelin olduğu zaman Paşabahçe’ye taşınmışlar. Babam, Paşabahçe’de doğmuş. Ben, Beşiktaş’ta doğdum. Annem, Cibali’de doğmuş. Biz, 250 senelik İstanbulluyuz.

-         Tam bir İstanbul Hanımefendisiyle birlikteyiz yani?

-         Evet, doğrusu öyle. ‘Evet’ diyebiliyorum…

Hiç yorum yok: